Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Türkiye, yalnızca siyasal bağımsızlığını değil, aynı zamanda ekonomik özgürlüğünü de kazanma mücadelesine girişti. 1923 yılında Lozan Antlaşması imzalandığında, Anadolu savaşın yıkımıyla sarsılmış; yollar, fabrikalar, limanlar harap olmuş, üretim neredeyse durma noktasına gelmişti. Yeni devletin önündeki en büyük sınav, bu yıkıntının içinden çağdaş bir ekonomi inşa etmekti.
Cumhuriyet kadroları, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kalkınmanın temelinin ekonomik bağımsızlık olduğunu çok iyi biliyordu. Bu anlayış, 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi ile somut bir programa dönüştü. Kongre, “siyasi zaferi ekonomik zaferle taçlandırmak” düşüncesinin ilk adımıydı.
Yeni Türkiye’nin ekonomik politikası üç temel ilkeye dayanıyordu: millî ekonomi, üretime dayalı kalkınma ve devlet öncülüğünde sanayileşme. O dönemde sermaye birikimi zayıf, özel girişim gücü sınırlıydı. Bu nedenle devlet, hem yatırımcı hem girişimci rolünü üstlendi.
1920’lerin sonlarından itibaren kurulan Sümerbank, Etibank, Türkiye İş Bankası ve Devlet Demiryolları gibi kurumlar, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel kalkınmanın da simgesi oldu. Sümerbank fabrikaları, Anadolu’nun dört bir yanında hem üretim merkezleri hem de modern yaşamın öncüsü haline geldi.
1930’lu yıllarda uygulanan devletçilik politikası, Türkiye’yi kendi sanayi altyapısını kurabilen bir ülke konumuna taşıdı. Birinci ve İkinci Beş Yıllık Sanayi Planları, demir-çelikten tekstile, kimyadan enerjiye uzanan geniş bir yelpazede yatırımları hızlandırdı. Bu planlı kalkınma anlayışı, Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarına yön veren en önemli miraslardan biri oldu.
Elbette süreç kolay olmadı. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı, genç Türkiye’nin dış ticaretini sarstı; kaynaklar sınırlıydı, teknoloji eksikti. Ancak kararlılık, tasarruf ve ulusal dayanışma, her türlü zorluğun aşılmasını sağladı.
Cumhuriyet’in ilk kuşakları için kalkınma yalnızca ekonomik bir hedef değildi; onur ve bağımsızlık meselesiydi. Bu anlayış, “Köylü milletin efendisidir” sözüyle özetlenen bir üretim seferberliğini doğurdu. Tarımda modernleşme, sanayide atılım, eğitimde yaygınlaşma el ele yürüdü.
Bugün Türkiye ekonomisinin temelleri hâlâ o yıllarda atılan politikaların üzerine inşa edilmiştir. Cumhuriyet’in kurucu kuşağı, bir avuç insanla yokluk içinde büyük bir ekonomik dönüşüm gerçekleştirdi. Onların en büyük mirası, geleceğe inanç ve çalışmanın gücüne duyulan sarsılmaz güven oldu.
Ekonomik bağımsızlık, Cumhuriyet’in yalnızca bir hedefi değil, varlık sebebiydi. O ruh, bugün hâlâ bize yol gösteriyor: “Kendi alın terine, kendi üretimine, kendi gücüne inan.”