Yaşadığım ortamı tanımaya başladığım; çocukluk yıllarımın geçtiği Kuzguncuk Nakkaştepe’deki anılarımdan bazılarını bugünmüş gibi hatırlarım. II. Dünya Savaşının acılarıyla, yokluklarıyla ve ileriyi göremediğimiz günlerdi.
Nakkaştepe’de belirli aralıklarla sıralanmış köşklerde ailelerin tek eğlencesi normal ziyaretler dışında hafta sonları evlerde sırayla toplanılarak adeta musiki ziyafetleri verilirdi. Hemen her köşkte yaşayanların çeşitli musiki enstrümanları vardı ve toplantılara onlarla katılırlardı. Bunların başında kanun, ud ve keman gelir, sesi güzel olanlar dönemin şarkılarını yorumlardı. Ayrıca gramafonlarda taş plaklar çalınırdı.
Gerçekte bütün zorluklara rağmen güzel günlerdi…
Askere alınan aile bireyleri dışında kalanların musiki gecelerinden sonra en büyük eğlencesi sinemaydı. Ancak Kuzguncuk’ta yazlık ve kışlık sinema yoktu. Bağlarbaşı’nda uzun bir yolu yürüyerek gidilen yazlık bir sinema ile Üsküdar’da iki kapalı sinema vardı. Yaz aylarında küçük yaşlarda olmama rağmen Bağlarbaşı’ndaki yazlık sinemaya beni de götürürlerdi. Çoğu kez söylendiği gibi küçük yaştaki çocukların bellekleri çok güçlüdür. Orada izlediğim Wivien Leigh ile Robert Taylor’un oynadığı “Waterleoo Köprüsü” filmini hala hatırlarım.
Kuzguncuk’tan Üsküdar’daki Bizim ve Hale isimli yanyana iki kapalı sinemaya karayolu ulaşımı yok denilecek kadar az olduğundan deniz kenarından, yalıların arkasındaki yoldan yürüyerek giderdik. Hatırladığım kadarıyla yalnızca Üsküdar-Beykoz arasında eski bir halk otobüsü vardı. Üsküdar’a yaklaştığımızda Paşalimanı denilen yerde küçük bir koy vardı. Burada kıyıya çekilmiş sandalların içerisinde oturmak benim en büyük zevkimdi. Ben kayıklarda otururken bizimkiler de biraz olsun dinlenirlerdi.
Nakkaştepe’den yola çıkarak uzun bir yürüyüşten sonra ulaştığımız Üsküdar Meydanı’nı geçtikten sonra Doğancılar’a çıkan yolun başındaki yan yana Bizim ve Hale isimli sinemalara ulaşırdık. Bunlardan Bizim Sineması uzun bir hangar gibiydi, çoğunlukla o günlerin modası olan yalellili Mısır filimleri oynatılırdı. Ara sıra başka Amerikan filmleri koyarlardı. Sinema küçük çocuklara da yasak olduğundan halalarımdan biri özellikle uzun bir manto giyer etekleri altına beni alarak içeri sokmaya çalışırdı. Bazen başarılı olur, bazen de yakalanır, binbir rica ile içeri girebilirdim…
Şimdi düşünüyorum; o günlerden iki filmi çok iyi hatırlıyorum. Bunlardan biri “Mihracenin Gözdesi” diğeri de “Hind Mezarı” idi. Bu filmlerde yolunu ormanda şaşıran bir Şaşa Dimito isimli bir Avrupalı gezgin mihracenin misafiri olmuş, o da mihracenin gözdesini ayartmıştı. Hatırladığım başka bir film ise beni çok etkileyen “Yüzbaşı Amerika” idi. Yıllar sonra bu filmi bir yerde izledim ancak çocukluğumdaki gibi beni hiç etkilememişti.
Bizim ve Hale isimli sinemalarından biraz yukarıda, sonraki yıllarda Sunar Sineması daha modern olarak yapılmıştı.
Bayram günlerinde ise bazen beni Üsküdar’daki bayram yerine götürürlerdi. Şimdi yerini tam olarak hatırlayamadığım, belki de Doğancılar parkının olduğu yerdeydi. İlkel kayık salıncakları ve dönme dolapları vardı. Yalnız o günlerden kayık salıncakları elle hareket ettirenin “Yandı bitti, paralar gitti” sözlerini hatırlarım.
Savaşa girmeşçesine zorluk çekilen o günlerde Boğaziçi’nin ulaşımı yalnızca deniz yoluyla Şirket-i Hayriye vapurlarıyla sağlanırdı. Hemen herkesin cebinde vapur saatlerini gösteren küçük kitapçıklar vardı. Bu yüzden Boğazda yaşayanlar için iskeleler önemliydi. Bu iskelelerin büyük çoğunluğu XIX. Yüzyılın sonlarında Neo-Klasik dönemde Ali Talat Bey tarafından yapılmışlardı. Üsküdar Vapur İskelesi de onlardan kalan bir örnekti. Ne yazık ki, o güzel mimarisi olan Üsküdar İskelesi 1960’lı yıllarda yıkılarak bugünkü özelliği olmayan iskele yapıldı…
Eski iskeleden çıkıldığında insanlar kendilerini bir çarşının içerisinde bulurlardı. O çarşıda akla gelen ne varsa satan salaş dükkânlar vardı. Bugün meydana dönüştürülen bu çarşının dışında birkaç taksinin bulunduğu bir de durak vardı. Kuzguncuk’da acil durumu olanlar Postaneden buradaki taksilere telefon ederek otomobil isterlerdi. Bizimkiler Alman Kemal denilen bir taksi sürücüsüne telefon ederlerdi.
Kuzguncuk ve Üsküdar’da sağlık hizmeti olarak Mihrimah Sultan Külliyesi’nin bir bölümünü oluşturan dispanserden yararlanılırdı. Boğazdaki sert kış ve rüzgâra karşı sık sık bademciklerim şişer, aile doktorumuz gibi olan Dr.Yarbay Kemal Alp gelir ve beni tedavi ederdi. Birkaç kez de Üsküdar’daki dispansere götürüldüğümü tarılıyorum.
Şimdi bunların hepsi hayal oldu ne o insanlar ne o kurumlar kaldı. Savaşın o sıkıntılı ve yokluk günlerine rağmen her şey çok ama çok güzeldi…