Her fırsatta Kırklareli'ne, babamın ve annemin mezarlarını ziyarete giderim. Babam seksen altı yaşında vefat etti. Ben babasızlığın ne demek olduğunu, babamı kaybedince anladım. Annem yıllar sonra vefat ettiği için babasız hayat bana çok şey öğretti. Yıllarca babamdan ayrı yaşamama rağmen birden babama karşı bir özlem hissetmeye başladım.
Derler ya, "Baban ölünce büyürsün", ben babam ölünce resmen ihtiyarlamıştım. Keşke hiç görmeseydim, yeter ki babam ölmeseydi. Babamın yüzü gözümün önüne gelince ilk aklıma gelen şey, her zaman onun çok yakışıklı bir adam olduğu düşüncesiydi. Çünkü herkes, "Babama benziyorum" derdi.
Babamın gözleri renkliydi, öyle ki gökyüzündeki parlak yıldızlardan daha parlaktı. Onun yanında kendimi her zaman güvende hissetmişimdir.
Hiç unutmam, o gün Kırklareli Belediyesi babamın vefatından dolayı tavuklu pilav ve ayran göndermiş, hem de kolilerce... Birden beynimde şimşekler çaktı: Ne pilavı, ne tavuğu? Yahu, manyak mı bu belediye? Ben babamı kaybetmişim, gözümün önünden gitmiyor, bir yanım eksilmiş gibi, ne yapacağımı bilmiyorum. Neyse, gelelim tavuklu pilava. Kaşla göz arasında birileri bir koliyi açtı ve karşımda yemeğe başladı. Biri ayranda vardı, "O nerede?" dedi ve benim gözlerim bir odun, bir levye aradı. O an hepsine saldırmak istedim.
Kalan kolileri belediyenin aracına verdim. Babamın ölümünden beslenecek şerefsiz, midesiz herifler... Benim psikolojimi anladılar ve kaybolup gittiler. Zaten Kırklareli'nde beni tanıyanlar, normal olmadığımı, küçük yaşta karakol ve sonrasında cezaevi ile haşır neşir olduğumu bilirler.
Galeriden yukarı eve çıktım. Evin içinden gelen tuhaf kokuları takip etmeye başladım. Abimin kayınvalidesi Birsen Abla (Allah rahmet eylesin) mutfağa girmiş, helva kavuruyordu. Allahım, beni sınıyor diye düşünmeye başladım. Bizim nasıl bir örf adetlerimiz vardı? Acaba dinimiz mi biri ölünce onun evinde yenilip içilmesi gerektiğini emrediyordu? Benim bildiğim, yenilip içilme düğün dernekte olur.
Abimin kayınvalidesi beni görünce sevindi: "Aydın, gel oğlum, kardeşlerinde gelsin." Ne oldu, neden çağırıyorsun bizi diyecek oldum... "Siz üç kardeş, üçer defa tenceredeki helvayı çevireceksiniz."
Aklıma gelen tek şey, dudaklarımı ısırıp kötü bir şey söylememek için sabretmem gerektiğiydi. Yani, on kardeş olsak, onar defa mı karıştıracaktık helvayı? Yoksa kardeş sayısı değil, karıştırma sayısı mı geçerliydi?
"Tamam Birsen Abla, sonra yapalım helvayı," dedim ve onu kırmadan mutfaktan çıkarıp helva imalatına ara verdim. Benim mantığım, bir evde cenaze varsa, o evde ne yenilir, ne içilir. İnsanlar acılarını yaşar.
Babamın ölümünün sene-i devriyesiydi. O gün İstanbul'dan yola çıktım, hem annemi ziyaret etmek için bir bahane olmuştu. Eve gitmeden babamın mezarını ziyaret edecektim. Klasik mezar başı duası, Fatiha'dan sonra kafama bir şey takıldı.
Babamın cenazesinde hoca birden "El Fatiha!" diye bağırdı. Cemaat sanki uykudan uyanmış gibi silkelendi ve en fazla üç saniye sonra elleri yüzüne götürdü. Nasıl olur? Fatiha üç saniyede okunuyordu. Babam Arapları da, Arapçayı da sevmezdi.
Fatiha duasının mealini, yani Türkçesini araştırmıştım. Fatiha Suresi'nin, ilk sure olarak Kur'an'ın başında yer alması, surede övülmeye ve yüceltilmeye layık tek Allah'ın varlığı, hâkimiyeti, tek ilah oluşu, tapınmanın ancak ona yapılacağı ve ondan yardım isteneceği özet olarak ifade ediliyordu.
Benim anlamadığım şey, mezarlıkta Fatiha okunuyor ve ziyaret, mezar otlarının yolunmasıyla sonlanıyordu. Anne ve babamın mezarları arasında bir adım mesafe bile yok. Ben ziyarete gittiğimde, tam arada durup onlarla konuşur, ne kadar özlediğimi anlatır, eski günlerden anılarımızı aklıma gelenleri paylaşırım. Huzur bulurum, gülerim, ağlarım... Fatiha okumak bir dini görevi yerine getirmek gibidir.
Anne ve babam zaten Arapça bilmezdi. Bu yüzden onlara olan sevgi, saygı ve özlemimi onlarla evimizdeymiş gibi Türkçe konuşarak dile getirmek bana huzur veriyor. Onların da benim gibi düşündüğüne hiç şüphem yok.
---
UĞURSUZ EŞ
Hayri komadadır. Son günler, belki de son saatlerini yaşamaktaydı. Karısı Hayriye, ağlamaktan gözleri kan çanağı olmuştu. Yıllarını geçirdiği eşi dünyaya veda etmek üzereydi...
Hayri son bir gayretle konuşmaya başladı:
"Hayriye, çevremde bir çok kız vardı, hepsi bana aşıktı ama ben seninle evlendim. İlk işime girdim, sen vardın. Kovuldum, sen yine yanımdaydın. İş kurdum, iflas ettim, sen yanı başımdaydın. Araba aldım, kaza yaptım, sen yine yanımdaydın. Hastanede komadaydım, yine yanımdaydın. Ee... Ölüyorum, yine sen yanımdaydın. Düşünüyorum da, her kötü günümde yanımda sen vardın... Hay Allah belanı versin, sen ne uğursuz kadınsın yahu..."
Saygılarımla...